ALİ BÜLENT DİLEK
ÜSTAD KİMDİR
GENÇLİĞE HİTABE
ASRA ANDOLSUN
İSTİKLAL MARŞI
VEDA HUTBESİ
kainat ve kuran
FATİHA
ÖNCELİKLERİMİZ
ARŞİV 1
KARDEŞ SİTELER
FAİZSİZ KREDİLEŞME
KURAN'I ANLAMAK
haber sizsiniz
ehl i sünnet
AHŞAPEVLER
GELECEKDÜNYA
Ziyaretşi defteri
İletişim
Sayaç
 

KURAN'I ANLAMAK


KUR'ÂN'I ANLAMADA

TEMEL VARSAYIMLAR

 

 

BİRİNCİ VARSAYIM :

 

KUR'ÂN'IN ALLAH'IN SÖZÜ OLDUĞU VARSAYIMI

 

İnsanlar, tarih boyunca düşünürken iki zıt düşüncenin etkisi altında kalmışlardır:

Biri, tanrının varlığını ve öldükten sonra dirilmeyi kabul eden düşüncedir.

Diğeri ise, kâinatın kendiliğinden varolduğu ve insanların öldükten sonra artık yaşamayacağı düşüncesidir.

Zaman zaman inkârcılar daha baskın hâle gelmişlerse de, medeniyetler inananların çalışmaları ile kurulmuş ve onların omuzlarında yükselmiştir.

İnkârcılık, yıkıcılığın; inanç ise, yapıcılığın kaynağı olmuştur.

Çağımızda inkârcılık, suskunlukla desteklenmiştir.

Bugün, ilmin kullandığı metotlarla yola çıktığımız zaman, tanrının varlığını inkâr etmek mümkün değildir.

Sebepsiz hiç bir şeyin varolamayacağı ilkesi, artık herkesin hayatına girmiş, düşüncelerin tümünü yönlendiren bir ilke hâline gelmiştir. Bugün ilmen kâinatın sonradan varolduğu ve 10 milyar yaş civarında bulunduğu kesin olarak ispatlanmıştır. Bu bilgi ve ispat, kâinatı var edenin de kesin olarak ispatı demektir.

Ancak, bu konuları düşünmek sanki ayıpmış ve gericilikmiş gibi göstermek suretiyle, tam küfre girilmiş bulunulmaktadır. Eski inkârcıların cehalet mazeretleri olabilirdi. Ama bugünkü inkârcıların böyle mazeretleri yoktur. Bugünkülerin böyle bir lüksü ve gerekçesi yoktur.

Öldükten sonra varolma ilkesi de, yine bugünkü ilmin metotları içinde zorunludur. Hiçbir şey yok olmayacağına göre, tanrı olmasa bile bizim yok olmamamız gerekir. Kaldı ki, bugünkü fiziki araştırmalar, kâinattaki değişmelerin yok olma şeklinde değil, bir filimdeki görüntünün değişmesi şeklinde olduğunu ortaya koymuştur. Yani, ne gelecek varoluyor, ne de geçmiş yok oluyor. Sadece biz geçmişten geleceğe doğru seyahat ediyoruz. Dört boyutlu uzay anlayışı bu gerçekleri dünyanın yuvarlaklığı ve dönüşü kadar açık bir şekilde ortaya koymuştur. Böylece âhiret de ilmen inkâr edilmesi mümkün olmayan bir oluş olarak karşımıza çıkar.

Kaldı ki, Kur'ân'ı kendi iddiaları içinde anlayabilmemiz için, biz varsayım olarak tanrının varlığı ve Kur'ân'ın ilâhi söz olduğunu kabul ediyor ve ona göre anlamaya çalışıyoruz. Bu varsayıma dayanmadan Kur'ân'ı okumaya çalışmak, onun ne demek istediğini anlayamamak demektir.

Bir kimseyi dinlerken, önce ne demek istediğini anlamak, sonra kabul veya reddetmek gerekir. Söylediğini anlamadan red veya kabul etmek, onun reddi veya kabulü değil, sizin kafanızda oluşturduğunuz bir anlayışı red veya kabuldür.

Biz Kur'ân'ı tanrının sözleri yani Allah Kelâmı olarak ele alıyoruz. Siz de Kur'ân'ı okurken bu anlayış içinde okumalı ve anlamaya çalışmalısınız. Dikkat ediniz, inanmaya çalışmalısınız demiyoruz; anlamaya çalışmalısınız, diyoruz. İnanma sonraki takdirinize bağlıdır. Ama, başkasını anlama sizin takdirinize bağlı değildir.

Burada şunu da belirtelim ki; tanrı ve âhiret inancı, tabiatın bir düzen içinde birlik olarak varolması ve varlığını sürdürmesi anlayışı ile çelişmez. Kâinat kendi kendini var etmişse o da tanrıdır. Dağları, denizleri, güneşleri ve gezegenleri kendi kendine var eden bir tabiat, Kur'ân'ı da kendi kendine ortaya koyar. Esasen birlik anlayışı, her şeyi aynı kuvvetin eseri olarak görür. Marksizm'in veya Materyalizm'in tanrıyı inkârı da tanrının iradesi ile olmaktadır. Marks'ı var eden ve ona o düşünceyi veren tanrıdır; veya tabiatçıların ifadesiyle tabiattır.

Bu gözle görülmeye başlandığında kâinatı ve insanı kavramak kolaylaşır. Zıt görüşlerin ve oluşların insan için bir çelişki olması, tanrı için bir denge oluşumudur. Yani inkârcılarla inananlar arasında kurulmuş bir denge vardır. O denge sayesinde gelişme olmaktadır. Birinin doğru diğerinin yanlış olması, doğrunun başkası, yanlışın ise bir başkası tarafından var edildiği anlamında değildir. Bir oyunda iki taraf vardır. Ama o tarafları koyanların da iki taraf olması gerekmez. Aynı kuruluş elemanlarını ikiye ayırarak takımlar kurar ve oynatabilir. Herkes kendi takımında oynamak zorundadır. Sahneye çıkan aynı kimsedir diye oyuncu taraf olmaktan vazgeçemez. Biz de inananlar takımında bulunuyoruz. Sonradan cepheyi değiştirme ihtimali olsa bile, şimdilik bu tarafta düşünmek durumundayız. Yani, Kur'ân'ı inkârcı gözüyle değil, ispatçı gözüyle ele almalıyız.

Böylece birinci varsayımımızı ortaya koyuyoruz:

Kur'ân, kâinatı ve insanı var eden Allah'ın sözleridir.

 

 

İKİNCİ VARSAYIM :

 

KUR'ÂN'IN DEĞİŞMEDİĞİ VARSAYIMI

 

Tevrat ve İncil gibi diğer dinlere ait kitapların da Allah'ın sözleri olduğu varsayılmaktadır. Ancak, bu kitapların zamanla insanlar tarafından değiştirildiği ve tahrif edildiği de kabul edilmektedir. Zira, içinde gerçeklere uymayan ifadelere rastlanmaktadır.

Kur'ân için de aynı varsayım kabul edilerek içinde gerçeklere uymayan ifadeler bulunduğu takdirde, bu sonradan ilave edilmiştir şeklinde yorumlama yolunu tutabiliriz. Bu takdirde, içinde istediklerimizi kabul eder, istediklerimizi de reddeder, böylece Kur'ân'ı anlama yerine, Kur'ân'ı bize uydurma yolunu tutabiliriz.

Bundan dolayı, "Kur'ân Allah'ın sözüdür" varsayımı yanında; "Kur'ân değişmemiştir, aynen bize intikal etmiştir" varsayımını da kabul etmemiz gerekir.

İfadeler zamanla hayata cevap veremez hâle gelince, insanlar ona hayatiyet verebilmek için yani kendi devirlerine veya topluluklarına uydurabilmek için onda birtakım değişiklikler yaparlar. Böylece zaman geçtikçe yavaş yavaş metinler başkalaşır ve ilk durumlarından ayrı bir şekilde ortaya çıkarlar. Bazen bu

 

yolla daha iyileşmiş bir metin ile de karşılaşabiliriz. Ne var ki, tanrı sözleri yani Allah Kelâmı için böyle bir iyileşme sözkonusu olmayacaktır. Çünkü değişmeler insanlar tarafından yapılmakta olduğundan, ortaya konan metinler Allah Kelâmı olma vasfını kaybetmiş olacaktır.

Değişmeler, sadece yukarıda ifade edilen amaçla değil, birçok zamanlarda kasten de yapılmaktadır. Metne kutsiyet izafe edince, topluluk içinde onu reddetmek ve inkâr etmek mümkün olmaz. Eğer metnin ifade ettikleri uygun düşmüyorsa, bu durumda yapılacak iş, metni istenilen şekle sokmak olacaktır. Böylece ona inanmış olan insanları istenen yöne yönlendirme sağlanmış olur. Yani, değişme farkına varılmadan insanlardaki anlayışta meydana gelen değişme sonucu ortaya çıktığı gibi, bazen de onu yorumlayanların veya aktaranların bilerek yapacakları değişiklikle de gerçekleşir.

Değişmeler, eski ve halkın artık kullanmadığı ifade ve kelimeleri yenilemek yolu ile de yapılır. Osmanlılar zamanında 'sultan' vardı; şimdi ise 'cumhurbaşkanı' vardır. Kastedilen 'hükümdar' ise, ifadelerde 'sultan' yerine 'cumhurbaşkanı' kelimesini kullanmak, çağın anlayışı içinde metni anlamak olur. Yeni yorumlayıcılar işte bu şekilde yeni kelimeler kullanarak asıl ifadeyi zamanla bozmuş ve gerçek anlamından uzaklaştırmış olurlar. Hele asıl metin yerine tercüme metinler geçmeye başlarsa, bu tahrifat daha da artar ve çok kolaylaşır.

Biz Kur'ân'ın bu tür değişikliklere uğramadığını varsayarak yorumlamaya ve anlamaya çalışacağız.

Değişmelerin büyük kısmı sözlerden ziyade manalarda olmaktadır. Kelimeler, birer canlı varlık gibi doğarlar, gelişirler, yaşlanırlar ve ölürler. Manaları devamlı olarak değişiklik içindedir. Dilin bu özelliği kendisinde bir değişme meydana gelmeden değişik zaman ve mekâna uyarlanabilir olmasını sağlar. Kelimelerin bu şekilde değişmesi canlının değişmesine benzer. Canlı insan doğduğu andan ölünceye kadar değişikliklere uğramakla beraber varlığını korur. Yani aynı varlıktır. Yaşlanan insan, başka insan değildir. Kelimeler de böyledir. Manaları değişmekle beraber ayniliğini de korur. Değişme ayniliğini de koruyamayacak şekilde olursa, o metin tahrif edilmiş olur. İşte, metinlerdeki zorluk buradan gelmektedir. Hem yeni çağa, yeni dünyaya uyacak şekilde yorumlayacak, hem de Allah'ın buyurduğu manayı koruyacağız.

Bunu başarmak çok zordur.

Ancak bizim bu konudaki varsayımımız şudur: Allah bu kelamı göndermekle birlikte, onun değişik çağlarda ve değişik topluluklar içinde doğru anlaşılmasını sağlamaktadır.

Yani biz onu Allah'ın iradesine uygun olarak anlarız. Hata yapmış olsak bile, o hatayı O yaptırdığı için o hata da O'nun iradesine uygundur. Bizim sorumluluğumuz, kasden hata yapmamak ve anlamakta ihmal göstermemektir. Allah her zaman her yerde vardır ve bizi gözetlemektedir. Dolayısıyla O'nun izni olmadan hata yapmamız, yani Kur'ân'ı manasıyla da olsa değiştirmemiz ve bozmamız mümkün değildir.

Demek ki;

"Kur'ân Allah'ın sözüdür" varsayımı yanında," Kur'ân lafzıyla ve diliyle değişmemiştir, bozulmamıştır" varsayımını da eklememiz gerekmektedir. Kur'ân'ı böyle anladığımız takdirde, "içinde hiçbir hata ve yanlış yoktur" sonucunu kabul etmiş oluruz.

 

 

ÜÇÜNCÜ VARSAYIM :

 

KUR'ÂN'DA HER ŞEYİN HÜKMÜNÜN OLDUĞU VARSAYIMI

 

Kur'ân'ın Allah sözü olduğunu varsaymak, onun  eskimediğini, değişmediğini ve içinde yanlışın bulunmadığını varsaymak demektir.

Kur'ân'ı günümüzün meselelerini de çözer şekilde anlayabilmek için bir üçüncü varsayıma daha ihtiyaç vardır. Bu da "Kur'ân'da her şeyin hükmü vardır" ilkesidir. Bir devre veya bir topluluğa veya bir konuya değil de; bütün insanlara, her çağa ve her konuya hitap ettiği ve aradığımız her sorunun cevabını içinde bulabileceğimizi varsayıyoruz. Kur'ân'ı buna göre anlıyoruz.

Kur'ân, 1400 yıl önce daha devlet aşamasına ulaşmamış olan ve bir çöl hayatı yaşayan insanlar arasında ortaya çıkmıştır. Onu, diğer kitaplar gibi anlayacak olursak, önce o çöl hayatını öğrenmemiz, sonra da bugünkü hayatımızı o hayatla kıyas ederek birtakım çözümler ve yararlanmalar aramamız gerekir. Oysa biz, "Kur'ân Allah sözüdür, değişmemiştir, içinde her şey vardır" varsayımlarından hareket ederek, "Kur'ân şimdi bizim meselelerimizi de çözecek şekilde inmiştir kabul ediyor ve ona göre anlamaya çalışıyoruz".

Muhammed İkbal ve  Mehmet Akif Ersoy, bu gerçeğe dayanan görüşlerini açıkça ifade etmişlerdir.

"Kur'an'da her şey vardır" sözünü anlamak ve kabul etmek zor bir varsayımdır. Şüphesiz, insan sözü için böyle bir varsayımı kabul etmeye imkân yoktur. Bundan dolayıdır ki, bu üçüncü varsayım ilk iki varsayımdan sonra ortaya konmuştur. Kur'ân Allah Kelâmı olduğu için ve Allah böyle irade ettiği için "onda her şey vardır" diyoruz. Bu varsayım, eski alimler tarafından da aynen kabul edilmişti. Oysa onlarda bugün  bizim sahip olduğumuz bilgiler yoktu.

'Meni'nin bir damlasında yüzbinlerce erkek hücre vardır. Hücrenin içinde kromozomlar (salsâl) mevcuttur. Onun üzerinde genler (hame') bulunur. Orada sadece bir insanın değil, bütün bir neslin bütün özellikleri ve hayatı bilkuvve vardır. Bu durum bir ormandaki bir çiçek tozu için de geçerlidir.

İşte, çok küçük bir şey çok büyük toplulukların bütün özelliklerini nasıl irsî olarak taşıyorsa; Kur'ân da bütün kâinatın ve insanın geçmiş ve gelecek bütün özelliklerini taşımaktadır. "Kâinatı var eden Allah bir hücrenin bir parçasına bir âlemi sığdırdığı gibi, Kur'ân'a da bütün mevcut âlemi sığdırmıştır" diyoruz. Böyle varsayıyor ve ona göre yorumluyoruz.

Canlının 'irsî özellikleri' olduğu gibi, 'kesbî özellikleri' de vardır. Yaşadığı çevre ve şartlar ona değişik özellikler kazandırmıştır. Bu irsî özelliklerden ayrıdır; yani genlerde bu özellikler yoktur. Bu farklılık varlıkları ve hayatı birbirinden ayırmaktadır.  Ancak, bu çevrenin ortaya koyduğu kesbî özellikler irsî özelliklerin sonucunda doğmuştur ve onlarla açıklanabilir.

"Kur'an'da her şey vardır"; ancak, o her şeyin çevreye göre, çağa ve topluluğa göre anlaşılması ve değerlendirilmesi gerekir. Yani, Kur'ân içtihat ve icmalarla insanların meselelerini çözmüş ve onlara yol göstermiş olur.

Ana rahmine düşmeyen veya döllenmeyen 'nutfe' nasıl çocuk olmazsa, toprağa ekilmeyen tohum nasıl ağaç olmazsa; içtihat ve icmalarla yorumlanmayan Kur'ân da hayatiyet kazanmaz.

 

"Kur'ân'da her şey vardır" derken; "irsî özellikler vardır yani temel esaslar vardır" demek istiyoruz. "Kıyas yoluyla da olsa içinde her şeyi bulabiliriz" diyoruz. Yoksa bu anlayışımız; "Kur'ân'ın içinde her türlü teferruat vardır, biz içtihat yapmadan da açıp bakar, bakar bakmaz da orada aradığımızı buluruz" anlamında değildir.

Nitekim Kur'ân da bu konuda; "Biz size ilmin çok azını verdik."(İsrâ[17];85) demekle, Kur'ân'ı tamamen anlamayacağımızı belirtmiş olduğu gibi; "Biz sana bazı peygamberlerin kıssalarını anlattık, bazılarını da anlatmadık."(Mü'min[40];78) demek suretiyle, Kur'ân'da her şeyin teferruatlı olarak değil de, temel esasları ile bize bildirilmiş olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Yani, Kur'ân'da her şey olsa bile, biz her şeyi anlayacak durumda değiliz.

Bu varsayımla şu sonuca varıyoruz:

Biz Kur'ân'ın içinde her şeyi arıyoruz ama Kur'ân'ın tamamını anlayamayacağımız için bilemediklerimiz ve bulamadıklarımız vardır.

Bu sebepledir ki; "Kur'ân'da bu yoktur" demek yerine, "biz bulamadık" demek durumunda olacağız ve aramaya devam edeceğiz. Her şeyi Kur'ân'ın esasları içinde çözerek hayatı anlamaya çalışacağız. Bu varsayımla 'bir dünya görüşü' doğacaktır. Bu dünya görüşü yaşadığımız hayatın birçok yönlerini içerecek ve bize bu varsayımların doğruluğunu göstermiş olabilecektir. Ona uymakla iman etmiş olacağız.

 

 

DÖRDÜNCÜ VARSAYIM :

 

KUR'ÂN'IN ALLAH SÖZÜ OLDUĞUNU KENDİSİNİN İSPAT ETMESİ GEREKTİĞİ VARSAYIMI

 

"Kur'ân'ın Allah sözü olduğu, değişmeden bize ulaştığı, her şeyin Kur'ân'da olduğu" varsayımlarından sonra; son olarak dördüncü bir varsayımı daha yapmak zorunluluğu vardır. Bu varsayım da "Kur'ân'ın Allah sözü olduğunu kendisinin iddia ve ispat etmesi gerektiği" varsayımıdır.

Kur'ân üzerinde yeterli araştırmalar yaptıktan sonra, sonuç olarak onun Allah sözü olduğu ortaya çıkmalıdır ve bu sonuç çıkacaktır varsayıyoruz. Kur'ân'ı bu gözle başından sonuna kadar incelemek suretiyle ilerliyoruz.

Kırlarda mantar toplayan bir kimse, nasıl karşılaştığı her mantar için ilk dikkat ettiği şey onun zehirli olup olmadığını kontrol etmek ise; bizim de Kur'ân'daki her cümleyi yorumlarken dikkat edeceğimiz ilk husus, o cümlenin Allah kelâmı olup olamayacağı üzerinde düşünmektir. Onun Allah kelâmı olduğu kendi ifade ve anlayışlarıyla kanıtlanmalıdır.

Biz insanların yüzlerine baktığımızda, onların kim olduğunu hiç tereddüt etmeden bilebiliyoruz. Demek ki, bizde tanıma mekanizması vardır. Öyleyse Kur'ân'ın da Allah sözü olup olmadığını bilebilmemiz, onu tanıyabilmemiz gerekmektedir. Bugün, gelişen ilimler bir insanın kim olduğunu belirlemenin yanında, insandan koparılan herhangi bir parçanın kimyasal tahlilleri ile o parçanın kime ait olduğunu kesin olarak ortaya koyabilmektedir.

Keşfedilecek ve geliştirilecek bir ilim ile Kur'ân'daki her ayetin her ve cümlenin Allah sözü olup olmadığı da kanıtlanabilir.

Bir fiilin kimin tarafından işlendiği, üzerindeki parmak izleri, mermi üzerindeki çizgiler ve benzer şekillerle ilmen kanıtlanabilmektedir.

Kur'ân'ın da Allah sözü olup olmadığı, getirdiği haberler, ortaya koyduğu ilmi veriler ile tesbit edilebileceği gibi; getirdiği hükümlerin sonuçları ile de Allah sözü olup olmadığı belirlenebilir.

Zehirli mantar yiyen insanın hastalanması ile o mantarın zehirli olduğu tebeyyün ettiği gibi; Allah sözü olmadığı halde Allah sözü imiş gibi kabul edilmesi veya hak olmadığı halde hak imiş gibi benimsenmesi de insanlıkta zehirlenmeler yapar ve geç de olsa yanlışlığın acısını duyurmuş olur. Batı dünyasının çağımızda içine düştüğü bazı hastalıklardan olan savaş,  enflasyon, açlık, AİDS ve ahlâksızlık, hep bu yanlış teşhisten doğmuştur. Batı dünyasında insanlar, kâinatta Allah'ı yok farz ederek, yani akıllarıyla buldukları zehirli mantarları yiyerek fesada uğramışlardır.

Allah kelâmı olmayan bir sözü Allah kelâmı kabul etmek, zehirli mantar yemektir. Allah kelâmı olan bir sözü reddetmek de, mantar yemeyip açlıktan ölmektir

Kur'ân'ı veya herhangi bir kitabı okurken, işte böylesine peşin hükümlerden uzak bir şekilde tetkik etmemiz gerekir. Ancak o zaman sağlam ve sağlıklı sonuçlara varabiliriz. Aksi halde çeşitli hastalıklara yakalanır ve helâk oluruz.

Varsayımları kitabın kendisi de ortaya koymalıdır. Yani biz, bir kitabın "bu kitap Allah sözüdür" varsayımını kabul edebilmemiz için, bu varsayımı kendisinin de ortaya koyması gerekir. Yoksa, bir kitapta müellif "bu sözler insan olan benim sözlerimdir" dediği halde biz; "hayır, sen yalan söylüyorsun, bu sözler Tanrı'nın sözleridir" diyemeyiz.

Bazı insanlar çağımızın diktatörlerine ait sözleri böyle anlıyorlar. Hatta filozoflar dahi, asla kendilerinin Tanrı gücünde olduğunu ileri sürmüyorlar. Sadece düşüncelerini ortaya koyuyorlar.

Allah sözü olduğunu ileri süren kitaplardan (Kur'ân hariç) hiçbirisi değişmediği, içinde her şeyin bulunduğu ve kendisinin Allah sözü olduğuna dair mucizeleri bulunduğunu iddia etmiyor. Böyle bir eser tarihte görülmüyor. Görülmüş olsa bile, insanlık tarafından kabul görüp benimsenmiş ve günümüze kadar gelmiş değildir. Bu bakımdan Kur'ân benzeri olmayan bir kitaptır.

 

 

SONUÇ

 

Kur'ân'ın tetkikine başlayanlar, Kur'ân'ın bu özelliklerini baştan reddettiklerinden dolayı, onu kavrayıp anlamakta zorluk çekiyorlar. Oysa Kur'ân madem ki bunları öne sürüyor, o zaman bu kitap bu gözle tetkik edilerek sonuçlar değerlendirilmelidir. Ancak o zaman doğru ve sağlıklı sonuçlara ulaşılabilir.

Birinci  İslâm Medeniyeti bu dört varsayımı ittifakla kabul etmiştir.

Mezhepleri ne olursa olsun her Müslüman Kur'ân'ın Allah sözü olduğunu, değişmediğini, içinde her şeyin bulunduğunu ve bir mucize olduğunu kabul etmiş ve Müslümanlar buna dair bir çok deliller ortaya koymuşlardır. Sonunda da bu anlayışla I. İslâm Medeniyeti doğmuştur.

Bu medeniyet arkasından Batı Medeniyeti'ni doğurmuştur. Batılıların daha başlangıçtan, Müslümanların da daha sonraları yavaş yavaş Kur'ân'ın gösterdiği yoldan uzaklaşmaları ile bugünkü ileri ama ıstıraplı bir dünyaya gelmiş bulunuyoruz. Çağdaş dünyamızın yaşadığı problemler ve hastalıklar, işte bu yanlış ve sakat anlayıştan kaynaklanmaktadır.

Biz bugün, I. İslâm Medeniyeti'nin dayandığı bu 'dört varsayım'ı kabul ederek Kur'ân'ı inceleyeceğiz. İlmin verileri ile karşılaştırıp paralellik gördüklerimizi uygulayacağız. Böylece, başka yapılacak bir iş olmadığından dolayı, zorunlu olarak bu uygulamayı yapacağız. Bu anlayış ve uygulama. sonunda bizi II. İslâm Medeniyeti'ne, ıstırapsız bir dünyaya, hakka ve adalete dayanan yeni bir dünya düzenine götürürse, o zaman varsayımlarımız doğru olacaktır.

Bizim incelememizle I. İslâm Medeniyeti incelemeleri arasında en önemli fark şudur:

Onlar ferdi ele alıp kişinin ne yapması ve ne yapmaması gerektiği hususlarını ortaya koydular. Böylece inşaat için tek tek malzemeler ürettiler. I. İslâm Medeniyeti'nin görevi buydu; 'iyi fert yetiştirmek'.

Şimdi bizim görevimiz ise; yaşadığımız çağda bu insan malzemesini bir araya getirerek plan ve projeye göre bir 'sosyal yapı oluşturmak' olacaktır.. Kur'ân çağımızda bu anlayış ile ele alınmalı ve bu gözle incelenmelidir. Allah'ın istediği sosyal yapı üzerinde durulmalıdır.

Usûl bakımından aramızda büyük bir fark olmayacaktır; ama konumuz farklı olacaktır.

I. İslâm Medeniyeti sosyal düzenleme bakımından Kur'ân'ın verilerine göre oluşmadı. Çağımızda meseleye II. İslâm Medeniyeti açısından baktığımızda, artık bu oluşma zorunlu hâle gelmiştir. Çağımız dünyası sorunlarının başka bir çözüm yolu yoktur.

 

Yeni sayfanın içeriği
Bugün 12968 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol